Küllük Kahvesi…

“Sanmayın avare bülbüller gibi güllükteyiz.

Biz yanık bir kor gibi akşam sabah küllükteyiz.”

Mehmet Sıtkı AKOZAN

Soğuk  bir İstanbul günüydü. Yaklaşık bir haftadır muttasıl kar yağıyordu. O kadar  beyazlığı ömrümde görmemiştim. Sanki yerden  dahi  kar fışkırıyordu. Üzerimdeki paltoma, çift kat çorabıma ve nenemin ördüğü yün şapkaya rağmen, irtiaş  nöbetleri içindeydim.

Kanımın çekildiğini hissediyordum. Ruhum   bir girdaba tutulmuştu.  Nefesim, aklım, bütün uzviyetim  damlardaki buz kütlelerine dönmeye başlamıştı.

Sağıma soluma bakındım. En azından bir kahve açık olsa da gidip oradaki sobanın kenarına kıvrılsam diye düşündüm. Sonra üzerine bir bardak da çay içtim mi, benden iyisi olamazdı.

Bir an, kışın ortasında, bir adam  boyu karda, hayal gördüğümü sandım. Gözlerimi ovuşturdum ve tekrar gözüme ilişen  tabelaya dikkat kesildim. Kocaman  harflerin yüreğimde daha da büyüdüğünü,  hissettim. Hayatımda ilk defa bir tabela ismine bu kadar  sevinmiştim. Kendi kendime gülümsedim.  Hatta belli bir zaman sonra  katıla katıla güldüm.

İri iri puntolarla “KÜLLÜK KAHVESİ”  yazıyordu. Buranın,  daha içeri girmeden beni ısıtan, çepeçevre saran, munis bir hali vardı. Dışında gürgen ağaçlarının azameti, camlarında  içerideki  sıcaklığı ifşa eden buhar tabakası ile beni çağırıyordu.

Kapıya doğru koşar adım gittim. Artık  bir saniye dahi dışarıda durmak istemiyordum. Elimi kapı tokmağına attım  ve bir hışımla çevirdim. Daha önce bir dostumu beklemek maksadıyla, mecburiyetten gittiğim kahveler,  argo sözlerin havada uçuştuğu, sigara dumanının  bir sis bulutu halinde  tabana çöktüğü, okey taşlarının kulak tırmalayan sayhalarının  tek tek  havai fişek edasıyla patladığı bir sahaydı. Amma velakin gözlerim başka bir manzarayı temaşa ediyordu.

Neyse dedi içimdeki ses. Ben zaten bunlarla ilgilenmiyordum. Sıcak bir soba ve bir yudum çay  ile iktifa edebilirdim. Buna mukabil  çaycıya seslendim:

  • “Çaycı, bana oradan acele tavşan kanı bir çay kap gel.”.

            Bir anda kahvedeki bütün gözler ilgilendikleri nesneleri bırakıp keskin bir nişancı edasıyla üzerimde gezinmeye başladılar.  Herkes esefle kınayan gözlerle bana bakıyordu. O an küçülüp zerre kadar olup kaybolmayı istedim. Kahve müdavimleri belli ki muayyen alışkanlıklara sahipti.

            Çaycı  yine de çayları doldurdu  ve dolu tepsisini dağıta dağıta  yanıma geldi.

  • “Buyurunuz efendim çayınız, siz bu ortamın yabancısısınız galiba!” dedi.

Daha önceki deneyimlerimden ötürü, bir kahve ortamının yabancısı  olmak tabiri  bana garip gelmişti. Çünkü memleketimi gezerken, daha önce gittiğim kahveler, farklı yerlerde olsa da içerik olarak aynıydı.  Lakin sıra dışı bir yere geldiğimi  insanların hal ve hareketlerinden  çıkarabiliyordum. Ama yine de bozuntuya vermeden, çaycıya cevap verdim:

  • “Altı üstü bir kahve değil mi burası canım, diğer kahvelerde nasıl çay istiyorsam burada da onu tekrarladım. Ne var yani  pireyi deve yapmakta.”

Çaycı  gözlerimin içine baktı. Beni  derin derin süzdü. Üstündeki  kıyafetleri,  müthiş diksiyonu ve  parlak, taranmış saçlarıyla o da bildiğim çaycılara benzemiyordu. Sonra güzel şivesiyle   tekrar konuştu:

  • “Efendim, pireyi deve yapmıyorum, burası zaten devlerin  uğrak yeridir.”

Dedi ve hemen ardından,  tatlı tatlı  fokurdayan ocağının başına geri döndü.

            Çayımı bitirdikten sonra, üzerimdeki buz kitlesi çözüldü. Ellerimi , kollarımı, gözlerimi  tekrar hissettim. Soğuğu sürgüne yolladım. Aynı zamanda bu  mahalde insanların nelerle ilgilendiklerine  dikkat kesildim.

            Herkes bir okuma yazma gayreti içerisinde,  kiminin eline mecmualar, kiminde tefrikalar, kimisi bir araya gelmiş edebi bir münakaşaya girişmiş, kimi tek başına bir köşede elindeki kalemiyle notlar alıyor. Şaşırdım, bir de çehrelerine  baktım  ki nutkum tutuldu.

            Romanlarını okuduğum, eleştirilerini dinlediğim , şiirlerini ezber ettiğim  şair, yazar, eleştirmen, roman yazarı  kim varsa oradaydı. Gözlerim fal taşı misali açıldı. Ağzımda bir kuruluk …  Bende bir heyecan bir heyecan. Zaman  ne gidiyor ne duruyordu, bir anda bütün kahveyi duymaya ve görmeye başladım. Hiçbir şeyi kaçırmıyordum,  yazılan, çizilen, konuşulan ne varsa bir ilkbahar meyvesi tazeliğiyle  dimağımdaydı.

            Arka tarafta  Yahya Kemal  öğrencisi Ahmet Hamdi Tanpınar ile  aynı masayı paylaşmıştı. Yılların,  yüzüne bir ressam  üslubuyla çalakalem  bıraktığı  çizgiler onun yaşamaktan yorgun halini  yansıtıyordu. Sessiz bir gemi  gibi, demir alma gününü bekliyordu. Meçhule gitmek  ve gittiği seferden dönmemek  düşüncesindeydi.

            Tanpınar ise kadınsızlıktan, parasızlıktan, hastalıktan ve  tanınmazlıktan hocasına dert açıyordu. Bir de  ne deniz olabildikleri, ne nehir kalabildikleri  sevgilisinden  dem vuruyordu.

            Onların hemen yanındaki masada kadim dostlar, Melih Cevdet ve   Orhan Veli oturuyordu. Melih Cevdet, Orhan Veli’ ye artık garip çizgisinden ayrılıp mitolojiye ve felsefeye yöneldiğini, kendisini  rahatı kaçan ağaç  gibi  hissettiğini söylüyordu. Garipti Orhan Veli, garipti içindeki yaşama sevinci ve dostu Montör Sabri, bu sözlerin garabetiyle kadim dostuna gücendi. O sırada hafızasının derinliklerinden gelen bir tren sesiyle , iki gözü iki çeşmeydi.

            Sobanın önündeki masada sıcak bir yer kapmanın  mutluluğuyla , Reşat Nuri ve Faruk Nafız  sıcak sohbetlerini devam ettiriyordu. Reşat Nuri, Anadolu’yu gezerken  Ulukışla’ da  başından geçen bir muhavereyi anlatıyordu  Çamlıbel’e. Bir köylü karşıdaki hanın  Çamlıbel’e  ait olduğunu söylemişti minibüste.  Han duvarlarını ve hatta o hanı ona izafe etmişti. Daha sonra zindan duvarları olmuştu o han. Faruk Nafız, işte ben de senin çalıkuşu gibi dolaştım bu diyarları, bu viran Anadolu kasabalarında  hocalık ettim zamanında diyordu.

            Yutkundum, bu anlar hiç bitmesin istiyordum. Merakla etrafa bakarken  Cahit Sıtkı’ya takıldı gözüm. Tek başına meyus bir biçimde  oturuyordu. Bütün kağıtlarını açtığı gibi , katlıyordu. Serseri bir rüzgar gibiydi. Belli ki kafası biraz dumanlıydı. Yaşamak istiyordu gençliğini yeni baştan. Ve ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan  sessiz çığlıklarla çağırıyordu. Affan Dede çocukluğunu satmıştı ona ama çocukluğu da kan revandı.

            Benim tam çaprazımda  Necip Fazıl genç şairlere  sesleniyordu. Bir adam yaratmak diyordu. İslamı bilen, insana değer veren gönül erbabı bir adam. Çile çekmeden  çöle inen nuru göremezsiniz diyordu. Sonsuzluk kervanına gitmenin  ve gittiğinde başı dik olmanın başka yolu yoktu. Genç şairler ve uzaktan uzağa ben can kulağıyla onu dinliyorduk.

            Ardından bir el beni ırgalamaya başladı.Yarı mahmur, kulağımda şu sesler çalkalandı:

  • “Kalk be adam kalk!  Evin mi sandın burayı? İyi be her gün senin gibi ne yediği belirsiz adamla uğraşalım. Tövbe Yarabbi ya!  Akıllısı bizi bulmaz  ki…  Hadi içtiğin çayın  parasını ver de uza buradan!

Kendime geldiğimde ,  kulağımda, okey taşlarının iç gıcıklatan sesi, kahve müdavimlerinin  ağza alınmayacak  sözleri  dolanıyordu. Yere, bir sis tabakası gibi çöken sigara dumanından  ise kimseyi seçemiyordum.

Yüreğim burkuldu.

Bu hikayenin telif hakkı yazarın (Gürhan YAZICI) kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Bu yazı Denemeler ve Hikayeler kategorisine gönderilmiş ve , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.