‘’Tek utancım, bekle demekti giderken. Ve tek sevincim bekleyeceğini bilmekti, ısrarla, vazgeçmeden’’ dedi genç adam.
Begonfillerle süslenmiş, iki katı da şehre isyan bayrağı açmış evinden, okşayarak çıktı saçlarına inat timsali karışmış sakallarını… Eviyle birdi ahvali her daim. O kocaman apartmanların arasında, bacası tüten, dökülse de dik durmaktan geri durmayan bir yuva, bu genç adamsa nice tabuların arasında yekpare özgünlüğünü korumayı başarmış, cevval bir delikanlı…
Yürümeye başladı is kokan şehrinin sokaklarında, baktı her gün görüp de, bir gün değer biçmediğimiz binlerce sanat şahikasına. Yıllanmış, parça parça dökülen o otomobillere, çöplüğe dönmüş çocuk parklarına… Yalnızca baktı, kendinden de pay biçti, kendine de pay biçti. Ve anladı karışanın sadece sakalları ile saçları olmadığını. Karışan ak ile kara idi.
Anlıyordu yavaştan vaktinin dolduğunu, hani çok da gözü yoktu zaten yaşamak denende. Göreceğini görmüş, çuvalını doldurmuştu. Hayret edilesi bir şey, ölümü kabullenmiş bir delikanlı yürüyordu, durağı yokmuşçasına…
Köşede yıllar yılı babasının vakit eylediği kahveyi gördü, sahibi Şahin abi, eski kulağı kesiklerdendi… Ama ömrünü adadığı oğlunu toprağa vermiş, elini eteğini çekmişti her şeyden. Oğlundan emanet bir resim, bir de emektar Gazi Kahvehanesi kalmıştı elinde. Ne hanımı beklemişti ruhunun kapısını ne de evladı Caner… Caner çocukluk arkadaşıydı bizim delikanlının, mahallede zillere basıp kaçarken bütün çocuklar, bizimkiler nerede ticaret nerede kurnazlık oradaydılar. Bir gün olsun dokunmadılar kimsenin malına, helali var Salih daha cana yakın, daha sakindi Caner’den… Kim bilebilirdi ki, hayat hırkasını bir kerede çıkaracağını…
Gideceğine seviniyordu, nedeni ardından köşe bucak dağıldığı Reyhan’ıydı… Uzun lafın kısası, her veda bir kavuşmaya denk geliyordu onda, her kavuşma ise yeni bir vedanın adıydı kısaca…
Eteği dizlerine değen paltosunun yakalarını hafifçe okşadı ve yukarı kaldırdı Salih, Babasından yadigâr kırmızı kehribarını çıkardı cebinden, sevmezdi mutluyken tesbih sallamayı, ona göre çektikçe acılarını aktarırdın kehribarın taşlarına. Dikleştirdi sırtını biraz daha, sanki bir daha durmayacakmışçasına yürümeye devam etti. Ta ki kapısından içeride acı barındıran, o güdük duvarlı mezarlığa gelene kadar. Gülümsediğini bilmez kolay kolay kimse Salih’in. Yalnızca sevdiklerine geldiğinde açar yüzünde güller. Bu da o anlardan biri ya zaten, gelmişti yine Reyhan’ın sarayına… Öyle bir seviyordu ki toprağı, sanki içinden bir şeyler akıtıyor ona… Söylemek istedikleri varmışçasına susuyor, bir o kadar da haykırıyordu içindekileri…
Bugün… Kasım ayının 3’ü…
Salih kavuştu sevdiklerinin kollarına… Cenazesi de yaşantısı gibiydi, ondan geriye birkaç kıyafet, az bir miktar para ve evi kalmıştı. Evi zaten babasındandı, Olanca parasını da bağışlamıştı gitmeden evvel. Şahin abi herkesin aksine duygusuzdu. Söylemek istedikleri vardı, ama susuyordu. Sonra dostlarına yanaştı, tombul yanaklarını sarmış beyaz sakalları ve kollarını iyice sıkmış deri yeleğiyle bir duruş attı…
‘’Salih!’’ dedi… ‘’Salih, benim oğlum gibiydi. Şimdi onu da Caner’imin yanına yolladım… Gayrı ne yaparım tek başıma…’’ dedi. Doktoru, Komşuları hepsi ordaydı lakin hiç biri Salih’i iyice tanımazdı… Salih ardında dizeler bırakmak istemişti, Salih ardında de anı, ne mutluluk bırakmıştı… Ardından, yastığının altında bulmuşlar bunu yani, söylemek isteyip de, söyleyemediklerini…
‘’Umudum Fadila, umudum..
Kalmış ıslak yastıklarda…
Kalmış da, yıkamamış etten duvarları!
Görmüş, görmüş fakat susmuş,
Ona senden dem vuranları!
Umudum Fadila, umudum..
Boynundan yağlı urgan,
Son sözünü sormadan
Göndermişler yanına
Umudumu asmışlar Fadila!
Gayrı bekleme beni…’’
(3 Kasım 2017)
Oktay EFLİZ