
Kadın yatağından kalktığında yılların yorgunluğunu omuzlarından koca bir yükmüşçesine bir kenara fırlatıp atmak isteğiyle derin derin soluk alabiliyordu ancak. Yıllardır ardı arkası kesilmez çocukluğunun erik ağacının meyveleri tadında başlayıp günlerce dolabın bir köşesinde kalmış çilek kokusuyla biten rüyaların huzursuzluğunun bıçak gibi bir anda kesilip bitmesini arzularken bir yandan da bilinç altını sorgulamak için çabalıyordu lakin ne bir doktor ne de bir uzman değildi.
Son bir kez derin bir nefes aldı ve karar verdi. Yolculuk! Bir yolculuk yapması gerekiyordu .Bir an bile düşünmeden yerinden kalkıp sarı puantiyeli turuncu kabanını kaptığı gibi fırlayarak kapıyı rüyalarının suratına çarpar gibi kapatıp çıktı evden. Hiç giyinmediği aslında hiç almak bile istemediği lakin yolculuğa en uygun olabilecek kabanı omuzların atıp , şemsiyesini açmaya gerek duymadan(Yağmur her zaman bahar kokusu getirir bundan ötürü yolculuğunda bir tutam yağmur olması gerektiğini düşünerek) hızlı hızlı ilerlerken yol kenarındaki taş binaları ,kaldırımları, kalabalık alışveriş merkezlerini koşar adım geçip arkasında bırakmak istercesine ilerliyordu. En iyi yolculuk tren yolculuğu olmalıydı şu durumda ,en yakın yer ,ara ara kalkan tren saatlerinin çoğunlukla gecikmelerini anonsunun duruma ahenk katmasının yanı sıra çocukluğunda önemli bir yeri olan demiryolu ve trenlerin alternatifi başka bir araç olamazdı.
Bileti elinde ilk vagonun arkasındaki vagonun hemen orta kısmındaki tek kişilik koltukta otururken yine iyi yeri kaptım diye düşünüyordu.(aslında arka vagonlardan korktuğunu kendine bile itiraf etmeden)Trenin düdüğü herkesi bu denli heyecanlandırır mıydı acaba? Yol uzundu en çok okunanlar listesinden seçtiği, yolculuğu daha önceden planlamadığı halde çantasında bunun bulunmasının belki nimet sayılacağı için hiç de yok diyemeyeceği hatta bir tutam kendisini şanslı hissetmesini bile sağlayan kitabını ,birkaç paket köpeği için aldığı leblebiyi ki bu leblebiler için kırk takla bile atacak ,her sevimliliği yapacak köpeğini biran için aklına getirerek ve tesadüfen montunun puantiyelerinin sarısından olan(sarıyı ne zaman bu kadar sevmişti ki! Anlam veremeden) kulaklığını kenarına iliştirdi.
Tren yolculuklarının sırır neydi ?Keşfetmek gibi bir şeydi. Sanki daha önce kimsenin görmediği yerleri ilk defa sen görüyormuşsun , kimsenin rastlamadığı kuşları izliyormuşsun, kimsenin bilmediği köyleri görüp bacası tüten evlerdeki insanların hayallerinin acaba ne olabileceğini bir tek sen düşünüyormuşsun ,dağları ,ovaları ,gölleri, tünelleri geçiyor ve bu hissi bir tek sen biliyormuşsun gibi bir şeydi tren yolculuğu. Hele de baharsa yaptığın yolculuk o nasıl bir büyüdür nasıl bir sihirdir ki kışı bırakarak arkanda girdiğin tünelin sonunda bahara çıkmak gibidir.
İnmesi gereken istasyona geldiğinde onca saattir şehirlerden köylerden hatta mevsimlerden geçtiği yolculuğun nasılda bu kadar çabuk bittiği düşüncesi kafasından paha biçilmez kareler eşliğinde geçerken gözlerinin istasyon binasının çatısında takılı kaldığını fark etti . Şimdi her ne kadar bomboş bir bina olsa da ne kadar görkemli geliyordu. Bir istasyon için gerçekten fazla değil miydi çatısı her zaman tabloları hatırlatan bu bina? Alman işçilerle köylülerin birlikte yaptığı ve yılların yaşanmışlıklarının yıkıp dökmesi gerekirken hala muhteşem bir tarihi eser gibi öylece orda duruyor olması hayranlık uyandırıyordu kadında.
İki seçeneği vardı. Ya giden trenin arkasından yürüyerek devam edecekti. Ya da kaçtığı asfalt çakıl karışımı sevimsiz yola yönelip yolculuğunu başlamadan bitirecekti. Demiryolu tahtalarının her bir tahtasını adımlayarak ilerledi. Çocukluğunun kışlarını ,karlarını, aç köpeklerini, kuru çalıları, bahar çiçeklerini ,zerdalilerini, eski köy okulunu tek tek içine çekerek ilerledi. Patika yola girdi. Zamanı durdurmak mümkün müydü? Çünkü birileri burada zamanı durdurmuştu sanki. Her şey bıraktığı gibiydi. Ta ki çocukluğunun evine gelene kadar. Ne kadar da değişmişti.Kafasındaki o yaşanmışlıklarıyla dolu toprak ev gitmiş yerine yaşanmamışlıklarıyla dolu izsiz ,onsuz ,kendince kimsesiz ,bir tarafı eksik bu eski toprak ev kalmıştı. İçinde yaşayan insanların ruhundan bir parça alırdı evler kadına göre ve her evin bir ruhu vardı. Ama bu ev eksikti lanetlenmiş büyülü evler gibi soğuktu. Çünkü yaşatılmamışlıklar, yasaklanmışlıklar, uzaklaştırılmış, yarım bırakılmış çocukluğu vardı o evde. Bahçeye doğru tarihin tozlu anılarının arasından erik ağacına doğru giderken rüyalarında gördüğü erik ağacı hiç değişmemiş hala güneşi aralarından sızdıran güzel meyveli ağaçtı ve ordaydı. Bir adım ve arkası andıklarım , aradıklarım ama hiç ulaşamadıklarım diye düşündü kadın son adımı atarken. Bir erik kopardı yedili yaşlarında dallarından erik koparabilmek için anca kıymıkların aldırmadan tutunup dallarına tırmandığı o ağaçtan. Erikler yeşil ve bahar tadı olan erikler…Altındaki çilekleri fark etti bir anda kadın döndü çocukluğundaki gibi koşar adım değil ağır ağır yanlarına yaklaştı, uzandı, koparmasına ramak kalmışken bir ses. ’Koparma onları onlarla reçel yapacağım. ’Doğruldu kadın ve etrafına baktı kimse yoktu yalnızdı orada. Ve birden yine o koku çürümüş çilek kokusu, tiksinme, nefret…
Daha fazla dayanmasına imkan yoktu kadının. Açtı gözlerini yılların yorgunluğunu omuzlarından koca bir yükmüşçesine bir kenara fırlatıp atmak isteğiyle derin derin soluk alabiliyordu ancak. Yıllardır ardı arkası kesilmez çocukluğunun erik ağacının meyveleri tadında başlayıp günlerce dolabın bir köşesinde kalmış çilek kokusuyla biten bu yolculuğa….
Köpeğin başını okşarken düşündüğü şey aslında ne erikleri gerçekten o kadar çok sevdi ne de çileklerden nefret etti. Sadece o sesi sevmedi. O evin ruhsuzluğunu eksikliğini sindiremedi. Ama çocukluğunu yaşanmamış yarım kalmış bir hikaye olarak görmekten vazgeçip kalemini alıp yeni hikayelere yelken açtı.
Esra ASLAN