Kimsesiz Barınak…

Anne tut elimi bırakma, anne düşüyorum bırakma’’ diye sayıklıyordu.
Bir uçurumun kenarındaydı rüyasında ve annesi elini tutmuş onu
kurtarmaya çalışıyordu fakat başaramamıştı. Rüyasında tam
uçurumdan aşağıya düşerken aniden gözleri açıldı ve uyandı
 Arif.  Küçük elleriyle gözlerini kaşıdı. Hava çok soğuktu ve titriyordu.
Uyumadan önce yaktığı ateşin başına geçip ellerini ısıtmaya çalıştı.
Şöyle bir baktı etrafına. Kapısı olmayan, çatısı olmayan, penceresi
olmayan yıkık bir gecekondunun içindeydi. Hayır hayır gecekondu da
değildi burası. Burası hiçbir yerdi, burası sadece  karşılıklı iki duvarı
olan ve Arif’in yatması için büyük bir kaya parçası bulunan bir
araziydi. Cebinden bir kağıt parçası çıkardı. İkiye katlanmış kağıdı,
elleri titreye titreye açtı. 
 
Kağıtta annesine yazdığı bir şiir vardı. Bağıra bağıra okumaya başladı.
 Şiirin son kıtasını gözyaşlarının eşliğinde okuduktan sonra kağıdı
buruşturup yanan ateşin içine attı. Hayatta tanıdığı tek kişi olan
annesinin ölümünden sonra hayata tutunma mücadelesi vermeye
başlayan on yedi yaşında bir çocuktu Arif. Annesine olan hasretini de,
yazdığı şiirlerle hafifletmeye çalışıyor fakat yazdığı hiçbir şiiri
saklamıyordu. Ne yazdıysa hepsi bu ateşin içinde kül olup gidiyordu.
Kirli elleriyle gözyaşlarını sildi. Aklında yeni dizeler oluşmaya
başlamıştı bunları da hemen yazmalıydı. Yazmalıydı ama ne işe
yarıyordu ki bu yazdıkları? Her yazdığının ömrü bir okuyuş kadardı
zaten, her şiirinin ömrü bir gözyaşının yanaklarından süzülme
süresiyle eşitti. Bu ateşin içinde kaybolup gidiyordu ama neden her içi
daraldığında kalem kağıt arıyordu? Belki de rahatlatıyordu belki de bu
sorunun cevabını o bile bilmiyordu. Ceplerini yokladı ne bir kağıt vardı
ne de bir boş gazete parçası. Kayanın etrafına baktı, yiyeceklerini
sakladığı taşın yanına baktı, beynindeki dizeleri üzerine dökebilecek
hiçbir kağıt parçası bulamadı ve her zaman yaptığı şeyi yapmaya karar
verdi. Yine gidip çöplerden şiir yazabileceği kağıt parçaları
toplayacaktı. Yanan ateşi söndürdü, cebindeki yırtık bereyi çıkarıp
kafasına taktıktan sonra uyuşuk adımlarla bu çökmüş yerden çıktı.
Pantolonu yırtıktı, üzerindeki hırkanın kolları çamurdu ve yüzü kömür
gibi simsiyahtı. İnsanın gömüldüğü kara toprak gibi simsiyah olan
yüzü Arif’in mavi gözlerini gömüyordu. Sahile varana kadar ne kadar

çöp varsa hepsini karıştırdı. Çöplerden alabileceği birçok işe yara şey
vardı. Günümüz insanları yine evde kullanmadığı her şeyi çöpe
atmıştı. Fakat Arif girdiği çöplüklerde sadece üzerine şiir yazabileceği
kağıt parçaları arıyordu. Hırkasının ve pantolonunun ceplerini kağıt
parçalarıyla doldurduktan sonra yavaş adımlarla denizin karşısındaki
banka oturdu. İlk önce batmaya başlayan güneşe sonra gözleri kadar
masmavi olan denize baktı ve önce kalemini sonra çöpten topladığı
kağıt parçalarından birisini çıkarıp kağıda dökülmedikçe peşini
bırakmayacak olan kelimeleri yazmaya başladı.
 
Ceplerindeki bütün kağıt parçaları bitene kadar yazmaya devam etti.
Artık elini cebine attığında yazacak bir kağıt parçası bulamamıştı.
Üzerine yazdığı kağıtlara baktı ‘’Acaba yazacak boş yerler kaldı mı?’’
diye düşündü. Fakat her kağıt parçasını öylesine doldurmuştu ki nokta
koyacak yer bile kalmamıştı.  Havada da çoktan kararmıştı ve rüzgar
çok sert esiyordu. Hemen gidip ateşi yakıp, başında oturmalıydı. Öyle
de yaptı. Buradan her kalkışında yaptığı gibi önce denizi selamladı
sonra bulutları ve elini cebine sokup uyuşuk adımlarla o berbat
barınağa doğru yürümeye başladı. Hava çok soğuktu adımlarını
hızlandırıp hemen ateşi yakmak istiyordu Arif, yıkık gecekondunun
önüne geldi fakat o da ne içeride büyük bir ateş yanıyordu. ‘’Ateşi
söndürmemiş miydim?’’ diye sordu kendi kendine. Emindi,
söndürmüştü, birisi mi vardı acaba içerde. Yavaş adımlarla içeriye
doğru yürüdü biraz daha yürüdüğünde duvarda bir gölge
görünüyordu, ateşin başında oturan bir adam vardı sanki. Ne olur ne
olmaz diye yerden bir odun aldı eğer içerde birisi varsa ve ona zarar
vermeye kalkışırsa bu odun parçasıyla ona vurabilirdi. Sessiz
adımlarla yürüdü, duvarın kenarına siper alıp kafasını içeriye
doğru uzattı. Evet gördüğü gölge doğruydu, bir adam ateş yakmış ve
ateşin başında oturuyordu. Acaba sokakta kalan başka bir adam mıydı
bu adam? Hayır, giyinişe bakılırsa hiç de sokak adamına
benzemiyordu.Sırtındaki paltoyu sokakta yaşayabilecek hiçbir insan
alamazdı. Kimdi bu adam o zaman, Arif şimdi ne yapmalıydı? Çok
korkuyordu ya bu adam ona zarar verirse. Elindeki odunu sıkıca
kavradı ve adama arkadan yaklaşıp vurmaya karar verdi. ‘’İlk önce
adamı etkisiz hale getireyim canımı güvene alayım sonra konuşurum’’
diye düşündü ve birden içeriye doğru daldı, tam adama vuracağı
sırada adam arkasını döndü ve göz göze geldiler. Heyecandan ve

korkudan ne yapacağını bilmeyen Arif odunu elinden düşürdü ve
titremeye başladı. Koktuğunu adama belli etmek istemiyordu fakat
korkudan titriyordu.  Adam da Arif’ i aniden görünce biraz korkmuştu
fakat şoku hızlı atlattı. Adam uzun boylu, zayıf ve sakallı bir adamdı.
Arif’e doğru  doğru yavaş yavaş yürümeye başladı ve mavi gözlerinin
içine sertçe bakmaya başladı. Uzun boylu adam küçük Arif’e daha çok
yaklaşmak için biraz da eğildi. Sert bakışlı adamın yüzünü birden bir
gülümseme kapladı ve cebinden bir kağıt parçası çıkartıp Arif’e uzattı:
‘’Bu kadar güzel şiir yazan bir çocuğun eline bu odun parçası hiç
yakışmıyor evlat.’’
 
Kağıt parçasında Arif’in dün gece yazdığı şiirlerden birisi vardı. Arif
kağıda şöyle bir baktıktan sonra hiçbir şey demeden kağıdı yanan
ateşin içine attı. Sonrada cebindeki tüm kağıt parçalarını çıkarıp ateşe
attı. Az önce sahilde yazdığı nice şiirle beraber adamın ona uzattığı
kağıttaki şiir de çoktan kül olmuştu. Çok şaşıran adam "Ne yapıyorsun
sen?’’ dercesine baktı Arif’ e.
 
Arif’in gözünden yaşlar gelmeye başlamıştı ve adama bağırmaya
başladı:
 
-Kimsin sen, nerden buldun onu kimsin?
 
-Sakin ol. Bu kağıdı dün gece düşürdün, ben de alıp okudum ve
gerçekten çok beğendim şiiri, seni takip etmeye başladım.  Ben de bir
yazarım evlat aslında, bu şiirini o kadar beğenmiştim ki kendi adıma
yayınlamayı bile düşündüm fakat vicdanım rahat etmedi ve yanına
gelmek istedim, geldiğimde sen yoktun ben de bu ateşi yakıp seni
beklemeye başladım.
 
Ne anlatıyordu bu adam? Arif’ in kafası o kadar karışıktı ki
anlattıklarının yarısını dinleyememişti bile sertçe adama bakıp: "Peki
ne istiyorsun benden?"
 
– Öncelikle tanışmak istiyorum. Ben Arif Ergin  diyerek elini uzattı
adam.
 
Arif adamın elini havada bırakmak istemedi ve o da elini sıktı adamın
fakat şaşkındı: ‘’Ne Arif mi ? ‘’
 
– Evet Arif. Neden bu kadar şaşırdın genç adam, senin ismin ne?
 
– Benim ismim de Arif.

 
Adamın yüzünde tatlı bir gülümseme oldu : ‘’Adaş olmamıza sevindim
genç adam.’’
 
Aynı tatlı gülümseme birden Arif’in yüzünde de görüldü.
 
– Eee tanıştığımıza göre sıradaki isteğin ne?
 
– Nereden burada kalıyorsun küçük Arif.
 
– Annesiz babasız kimsesiz bir velet için bence burası güzel bir yer.
 
– Kalacak yerin yok yani
 
– Kalacak başka bir yeri olan birisi burayı tercih eder mi sence?
 
– Ne biliyim belki hayat felsefen budur. Daha iyi yerlerde yaşama
imkanın olmasına rağmen acı çekmek, sokakta kalmak … gibi şeyler
yapan bir çok insan var
 
– O kadar geri zekalı değilim
 
Adamın yüzünde yine o tatlı gülümseme oluştu : "Kaçıncı sınıfsın?"
 
– Hayat okulunda daha birinci sınıfım ve sanırım bu lanet yerde ölerek
sınıfta kalacağım. Ha eğer diğer çocukların her sabah gittiği saçma
şeyi soruyorsan lisede bıraktım.
 
Az önce eli ayağı titreyen Arif şimdi nasıl oluyor da bu kadar net ve
rahat cevaplar verebiliyordu. Belki de bu adamın ona zarar
vermeyeceğini anlamıştı ve bunun rahatlığıyla bu kadar ukala cevaplar
veriyordu.
 
– Peki küçük Arif  hadi benim evime gidelim önce duş al üstünü
değiştir sonra bir çay demler uzun uzun konuşuruz Hatta ben bekar bir
adamım, bekar ve fakir… Evimi seninle paylaşabilirim en azından
buradan daha iyi bir yer bulana kadar. Ne dersin?
 
– Hayatımda ilk defa gördüğüm bir insana neden güveneyim. Bence
sen de hayatında sadece bir şiirini okuduğun bir çocuğa bu kadar
güvenme.
 
Adam cebindeki  telefonu çıkardı ve  internete Arif Ergin yazıp 
telefonu Arif’ uzattı. Her sitede karşısındaki adamın fotoğrafları kitabı
hakkında yorumları ve hakkında sayfa sayfa yazılar vardı.

 
– Bak tüm Türkiye beni tanıyor. Çok güzel şiir yazıyorsun evlat, izin ver
tüm Türkiye’nin seni tanımasını sağlayım.
 
– Ben  tanınmış birisi olmak istemiyorum. Bu benim umurumda bile
değil. Sadece özlediğim şeyleri yazıyorum bu kadar.  Şimdi lütfen beni
yalnız bırak.
 
– Ama Arif …
 
– Aması yok ben kimsenin yardımını istemiyorum.
 
Beklediği cevabı alamayan adam usulca çıktı ve yürümeye başladı.
Adamın gittiği anda şiddetli bir yağmur yağmaya başladı. Sanki bir
şeyler Arif’in bu adamla gitmesini istiyor gibiydi. Yağmur ateşi de
söndürmüştü. Arif daha fazla dayanamayıp az önce çıkan adamın
peşinden koştu. En azından kendine daha güzel bir yer bulana kadar
onun yanında kalabilirdi.
 
– Arif ağabey Arif Ağabey!
 
Arif Ergin arkasını dönüp genç çocuğa baktı.
 
Arif havayı gösterip: ‘’ Şaka yaptım ağabey niye ciddiye alıp gittin
hemen’’ diye bağırdı.
 
Sesli kahkaha atan adam gülerek Arif’ gel işareti yaptı. Ona doğru
koşan Arif’e üzerindeki paltoyu verdi, karanlık yağmur dolu bir gecede
yürümeye başladılar. Eve doğru yürüyorlardı aslında ama bu yürüyüş
ikisi için de belki yeni hayatların yeni hayallerin yeni insanların
yoluydu.  İkisin de hayatlarında onları bekleyen yol, tıpkı bu gece gibi
karanlık ve yağmurlu yürümesi zor bir yoldu. Ama ikisi de bu yolu
bitirebilecek kadar güçlü insanlardı.

Fırat DEMİR







Bu yazı Denemeler ve Hikayeler kategorisine gönderilmiş ve , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.